4 Aralık 2012 Salı

SUMERCE - 3


XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX. yüzyılın başlarında yapılan araştırmalar, Assiroloji'yi değerli bir filolojik bilim dalı haline getirdi. Mezopotamya'nın yanı sıra, Anadolu'da da başlatılan kazı çalışmaları, yine bu yazı sistemi ile yazılmış, ancak farklı diller içeren binlerce tableti gün ışığına çıkardı. Ancak Babil ve Asur, daha doğrusu Akad çivi yazısının kanıtlanmasından sonraki evreler için, açıklamak veya çözmek deyimlerini kullanmak pek doğru olmaz. Çünkü bir yazı sisteminin okunabilmesi ile içerdiği dilin anlaşılabilmesi arasında çok büyük bir fark vardır. Bunu hiç yabancı dil bilmeyen bir Türk araştırmacının Çince ve ingilizce karşısındaki konumuna benzetebiliriz. Yazı sistemi hakkında hiçbir şey bilmediği Çince karşısında çaresiz kalırken, dilini anlamasa da, Latin alfabesi ile yazılmış olduğu için, ingilizce'yi en azından okuma şansına sahip olacaktır. Bu noktada uzmanlar ve bilim adamları artık iki önemli anahtarın kendilerine yardımcı olmasını beklediler. Çift, üç veya daha çok dilde yazılmış tabletlerin bulunması ve okunabilen dilin yaşayan başka dillerle olan akrabalık ilişkilerinin ortaya çıkarılması.


      Nitekim Babilliler tarafından, rahip okullarında, benzetme yerindeyse, Ortaçağ Latincesi gibi öğretilen Sümerce'nin, daha o dönemde ölmüş olmasına rağmen, sayısız dini, mitolojik ve edebi metinlerde Babilce çevirileri ile kopya edilmesi ve sözlük listeleri ile gramere ait özelliklerinin de kaydedilmiş olması, dilin anlaşılmasında kolaylık sağladı. Son yıllarda sayıları artan çift dilli metinlerle hakkında giderek daha fazla bilgi sahibi olduğumuz

Bu sırada Almanya’nın Göttingen şehrinde bir lise öğretmeni olan G.F. Grotefend de bu yazıların gizemini çözmeğe çalışıyor ve bu konudaki yazılanları yakından takip ediyordu. Nihayet 04 Eylül 1802 de o Göttingen İlimler akademisinde  ilk çözüm denemesini sundu. Grotefend'in çözümünde de tarih bilgisi esas  olmakla beraber, hareket noktası şu olmuştu: Önce  I. kitabenin yazarı ile II. kitabenin yazarının babasının aynı işaretleri,  yani aynı isimleri taşıdıklarını tespit etti, sonra I. kitabenin yazarının  babasına kıral denilmediği halde, II. kitabenin yazarının babasına "Kıral" denildiğini gördü. Bunu Herodot’un   Pers tarihi hakkında anlattığı Hystaspes oğlu Darios'un tahta çıkışı olayı ile birleştirerek I. kitabenin Hystaspes  oğlu Darios’a, II. kitabenin ise Kıral Darius’un oğlu Xerxese ait olduğunu, doğru olarak değerlendirdi ve II. kitabeyi: "Xerxes, Büyük Kıral, Kırallar kiralı, Ahamenit kiralı Dareios oğlu Xerxes" şeklinde tercüme etti. Böylece Bisütun abidesindeki I. kitabenin de eski Pers dilile ve 39 çivi işaretinden oluşturulduğu bir çivi yazı alfabesiyle yazıldığı anlamış oluyordu. Almanya’da çivi yazısının çözülmesi hususunda bu çalışmalar yapıldığı sıralarda, Ingiltere’nin Irak’daki elçilik memurlarından Henry Wilson da Bisütun kitabelerini eski sanskritçe’nin yardımıyle okumaya çalışıyordu. Eski persçe metnin çivi yazılı bir alfabe ile yazıldığına ve eski Pers dilinin Awesta diline akrabalığına o da inanmıştı. Bu suretle 1846 yılında  Henry Wilson da eski Persce metni/I. kitabeyi Grotefend'den ayrıntılarda ayrı, esasta aynı olarak tercüme etti ve çözülen kitabenin yardımı ile II. kitabeyi de okumaya çalıştı. Elam dilinde yazılmış olan II. Kitabedeki çivi yazısının hece işaretlerde yazıldığı ve tek dikey çivi işaretinin şahıs adlarını gösteren bir belirtici olduğu anladı.

 

   Söz konusu Bisütun kitabelerinin çözülmeye çalışıldığı XIX.  Yüzyılın  ilk yarısında, eski medeniyet merkezlerinde antik eserler toplama gayretleri de en etkin evreye girmiş bulunuyordu. Fransa’nın Bağdat Konsolosu Botta, (1843) Asur imparatoru II. Sargonun, kendi adını taşıyan Dur-Šarruken sarayının Korsabad'daki harabelerini keşfettiği gibi, İngiliz araştırıcısı Henry Layard da, Asur devletinin idare merkezlerinden biri olan Ninive’nin Koyuncuk harabeleri olduğunu tespit etmişti. Bu eski metropollerden toplanan binlerce eserler, anıtlar, heykeller ve çivi yazılı tabletler gemilerle Avrupa başkentlerine taşınmaya başlamıştı. Toplanan bu eserlerden bazılarının üzerindeki çivi  yazılarının ve özellikle tabletlerin yazılarının Bisütun abidesindeki III. Kitabenin yazısı ile, yani Babilce dediğimiz akkadça’nın bir lehçesiyle yazılı olduğu gerçekten görülmüştü. Bunun üzerine Batılı bilim adamları bütün gayretlerini Bisütun  anıtmdaki bu III. dilin ve yazının çözülmesi üzerinde yoğunlaştırmışlardı. Daha önce çözülmüş bulunan I. ve II. kitabelerdeki çivi işaretlerini anahtar olarak kullandılar.  Ne var ki, çivi yazılı belgelerden yararlanabilmek için daha yarım asır beklemek gerekecekti. Çivi yazısının çözülme tarihindeki bu karışıldık devri, Londrada bir "Asya Cemiyeti"nin kurulmasına kadar devam etmiştir. Nihayet 1857 yılında  yeni bulunan bir Asur tableti bu cemiyet tarafından mühürlü zarfler içinde çözülmek ricasıyle, birbirlerinden habersiz olarak Rawlinson, Talbot, Hinks ve Oppert isimli ilk çivi yazı bilginlerine gönderildi. Elde edilen zarflar bir komisyon huzurunda açıldığı zaman, Akadça’nın da çözüldüğü görüldü: Zira dört yanıt da  esas noktalarda birbirine uyuyordu. Böylece Asur kiralı Tiglatpileserin bir kitabesi 1857 senesinde bu defa Londra’da İngilizce olarak neşredilmişti.  Bunun üzerine Çivi yazı araştırmalar üzerinde de çok yönlü çalışmalar başlamış oluyordu. Bu nedenle Avrupa üniversitelerinde bir İlim Dalı olarak çivi yazısıyla uğraşan kürsüler kuruldu, enstitüler açıldı. Metinler taranıyor, baş döndürücü bir neşriyat yapılıyordu. Bu sayede Akadça da büyük ilerlemeler yapıldı, bu dilin grameri yazıldı. Ninive’deki Asurbanipal’in kütüphanesinde Asurlu kâtiplerin eski Sümerce metinleri anlayabilmeleri için yazılmış "sözlük" metinleri de bulunmuştu. Bu metinlerde Sümerce isimlerin karşısına Akadça okunuşları yazılmıştı. Bu buluntular  nedeniyle de  Sümerce metinlerini anlamak çok daha kolay olmuştu. 

SUMERCE - 2


Sümerler tarafından kullanılan çivi yazı da ilk kez 1802 yılında Alman bilgini G.F. Grotefend'in Pers çiviyazısını çözümlemesiyle okundu. Çivi yazısını bizlere bir başka deyimle ilim alemine tanıtan ilk kişi Pietro della Valle’dir. Bu İtalyan gezgin  1621 senesinde Şiraz’dan gönderdiği bir mektubunda birtakım yabansı yazılardan bahsediyordu. Soldan sağa doğru yazılan bu yazının adı, şeklinden gelmektedir. Çivi yazılı belgelerin bulunduğu ve çözülmeye başlandığı zamanlarda, yazıda kullanılan işaretlerin çivi biçiminde birtakım şekillerden oluştuğu görülmüş ve bu yazı türüne, Latince “cuneus-çivi” ve “forma- şekil” kelimelerinin birlikteki anlamına uygun olarak “çivi şeklindeki yazı, çivi yazısı” adı verilmiştir. Yazıda kullanılan çivi işaretleri dikey, yatay, eğik ve köşe çengeli olmak üzere dört ana şekilden oluşmaktadır. İlk defa 1712 yılında E.Kämpfer tarafından ileri sürülen bu isim, bilim dünyasında kabul görmüş ve zamanımıza kadar bu şekilde kullanılarak gelmiştir.

1674 yılında Chardin isimli bir Fransız ilk defa çivi yazılı eski persce bir kitabeyi neşretmişti. Nihayet XVIII. yüzyılda Ahamenit/Pers kıratlarından Darius'un  Irak, İran ve Türkiye sınırlarına yakın bir yerde üç dilde yazdırdığı Bisütun adı verilen  kitabesi, kopya edilerek Avrupa’ya getirildi. Bu kitabenin eski Persçe, Elamca ve Babilce dillerinde ve üç ayrı  çivi yazıyla yazıldığını bugün artık biliyoruz. Fakat o zaman için doğal olarak  bu konuda hiçbir şey bilinmiyordu. 1765 yılında  ilk defa Carsten Niebuhr bu kitabelerdeki çivi yazılarının birbirinden farklı olduğunu gördü. Eski Persçe'nin çözümü için gerekli olan yeterli sayıdaki yazıtı C. Niebuhr biraraya getirdi. 1765'te Persepolis'e gidip üç haftalık bir çalışmadan sonra   aldığı net ve doğru kopyalar, daha sonra yapılan çözümlerde büyük rol oynadı. Bir kısmının ilk defa yayınlandığı metinlere dayanarak C.Niebuhr, ilk olarak yazıtların üç farklı parçayı içerdiğini dile getirdi. C.Niebuhr'un kopyalarını ilk kullanan  O. Gerhard Tychsen,  bizim Eski Persçe'de kullanıldığını bildiğimiz bir yatay çivinin kelime ayracı olarak kullanıldığını ve yazı sisteminin üç ayrı dil içerdiğini fark etti. 1802 yılında Friedrich Münter, üç dilli yazıtların Ahamenid krallarına ait olduğunu anladı. Yine Tychsen'den bağımsız olarak kelime ayracını fark ederek, ilk parçanın alfabetik, ikincisinin hece sistemi ve üçüncünün de kelime yazısyla  yazıldığını söyledi. Tam olarak gerçeği yansıtmasa da bu, doğru yönde atılmış bir adımdı. F. Münter aynı zamanda üç dilin de aynı şeyi anlattığını ileri sürdü ve metinde geçtiğini tahmin ettiği "kral" ve "kralların kralı" ifadelerini doğru yerinde buldu. Onu bu öngörüşü, bu konudaki  gelişimde yepyeni bir kapının aralanmış olmasıdır. 1798 yılında  Olaf Gerhard Tychsen de Bisütun kitabelerinin en basiti gibi görünen birinci kitabedeki dikey çivilerin, kelimeleri ayırmaya yaradığını doğru olarak fark etti. Dört sene sonra Friedrich Münter de, Olaf Gerhard'dan habersiz olarak, bu dikey çivilerin   kelimeleri ayırdığını ve Bisütun kitabelerinin dilinin, Hindlilerin kutsal kitabı Awesta’nın diline benzediğini söylüyordu. F.Müntere göre, bu kitabelerdeki birinci yazı, bir çeşit  yazı alfabesiyle yazılmıştı, ikinci kitabe de, hece çivi yazısı, üçüncüsü de bir kelime yazısı olmalıydı. F. Münter, Grek tarihçilerinin Pers tarihi hakkında verdikleri bilgilere dayanarak, tekrar edilen işaretleri "Büyük Kıral,  Kırallar Kiralı" şeklinde okumayı deniyordu.

        F.Münter'in en büyük buluşu, ilk parçanın bölgenin dili olan Ahamenid sülalesi krallarına ait olması gerektiği ve bunun da İran'da o dönemde yaygın olan Zerdüşt dininin kutsal kitabı Avesta'nın diline yakın olabileceğini düşünmesi oldu. Daha önce 1771 yılında A. Duperron Zent Avesta'nın çevirisini yapmış ve bir gramer çalışmasını da ortaya koymuştu. Onu izleyen Silvestre de Sacy İran eski eserleri üzerine yayınladığı bir kitapta Nakşi Rüstem'deki Sasani kralına ait bir yazıtı incelemişti. Hellenistik dönemden sonra Rönesansı izleyen Keşif Çağından sonra Avrupalı gezginler, Ahamenid sülalesi dönemine ait Persli kralların kayalara oyulmuş kabartmalarını ve yazıtlarını ziyaret etmeye başladılar. Çivi yazılı yazıtlar hakkında birşeyler yazan ilk kişi, 1621'de kopya ettiği 5 çivi yazısı işaretini bir mektupla Şiraz'dan Napoli'deki bir arkadaşına gönderen, Pietro della Valle olduğunu biliyoruz. 1666'yı izleyen yıllarda Jean Chardin, Persepolis ve diğer yerleşimleri dolaşmış, burada kopya ettiği bir 414 satırdan oluştuğu bölümünün kopyalanması, Rawlinson'un on yılına mal olmuştu. Bu yazıt sayesinde Eski Pers dili ve yazı sistemine Grotefend'den çok daha emin ve bilinçli bir şekilde eğilme şansını yakalayan Rawlinson, çalışmalarını hızlı bir şekilde sürdürdü ve bu çabalarının sonucunu, yine Yunan tarihinden yaptığı karşılaştırmalarla, Darius'un egemenliği altındaki halkların ve kralların isimlerini metindeki yerlerinde saptayarak aldı. Avesta dili ve Sanskritçe hakkındaki bilgileriyle, Eski Persçe'nin bu dillerle olan ilgisini fark etmesi, kelime anlamlarını ve gramatikal özellikleri bulmasına yardım etti. Rawlinson'un 1846 yılında Bisutun anıtı Eski Persçe bölümünün çözümünü tamamlayarak yayınlaması, bilinmeyen dillerin çözüm araştırmalarında bir dönüm noktası oluşturdu.

Bu başarı Rawlinson'u 1844-47 yılları arasında, bu sefer anıtın Elamca ve Babilce kısımlarını kopyalamaya sevk etti. Ahamenid dönemi Elamca'sının 123 karakter içermesi nedeniyle, alfabetik olmadığı belliydi. Elde çözülmüş Eski Persçe metin olduğu için, önce orada geçen isimler Elamca'ya uygulanmaya çalışıldı. Ancak dillerdeki ses yapısı değişik olduğu için, örneğin bugünkü bilgimizle, Özel isimlerin değişik şeklinlerde yazıldığı göz önüne alınırsa, bu işin sanıldığı kadar kolay olmadığı anlaşılır. Ayrıca Eski Persçe'ye yardım eden Avestan ve Sanskrit dilleri örneğinde olduğu gibi, ne yazık ki Elamca'nın hiç bir akrabasının saptanamaması, zorluğun bir başka yönünü oluşturuyordu. Daha önce Grotefend'in de erkek şahıs isimleri önüne gelen dikey bir çivi ile ifade edildiğini belirlediği Elam çivi yazı sistemi, ancak bir başka uzman olan Edward Hincks ile birlikte daha çok Babilce bölüm üzerinde yoğunlaşan Rawlinson'un not defterleri ve çalışmalarını verdiği Edwin Norris tarafından, 1855 yılında çözümlenebildi. Norris'in büyük bir başarıyla, Rawlinson'un saptadığı 40 özel ismi 90'a çıkarabilmesine rağmen, bu dilin halen bilinmeyen pek çok yönü vardır.

Rawlinson ve Hincks'in çalışmalarını Babilce üzerinde yoğunlaştırmakta haklı sebepleri vardı. Çünkü bu dilin, geçen yıllar içinde Mezopotamya'da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan sayısız tabletlerle ilişkili bir dil olma olasılığı yüksek görünüyordu. Çözüm için yine Ahamenid yazıtlarından yola çıkılmalı ve Bisutun anıtında saptanan özel isimler bu bölümdeki  yerlerinde aranmalıydı. Ama bunu yapmak ta söylendiği kadar kolay olmadı. Herşeyden önce yazıda 300'den fazla işaret vardı ve kelime ayracı kullanılmamıştı. Bugün bizim varlığını bildiğimiz, kelimelerin kimi zaman fonetik, kimi zaman ideogram, kimi zaman da her ikisinin karıştırıldığı yazımlarla ifade edilmeleri, onları her seferinde şaşkınlığa uğratıyor ve bir çözüm sistemi bulabilmelerini zorlaştırı-yordu. Bu noktada Grotefend'in çözdüğü Xerxes yazıtının Babilce bölümü  biraz kolaylık sağladı. Yine Grotefend'in saptadığı erkek isimleri önünde kullanılan belirticiyle isimler ayrıştırılabilince, Eski Persçe'de 4 işaretle ifade edilen, "kral" kelimesi için sadece 1, "büyük" ifadesi için de 2 işaret kalıyordu. Bunun nedeni Babilce šarrum "kral" kelimesi yerine, bunun Sümerce'den alınmış ideogram şekli LUGAL'in kullanılmış olmasıdır, rabûm "büyük" ise, Sümercesi olan GAL'in arkasına, rabû şeklinde okunması gerektiğini gösteren, fonetik tamamlayıcısı /u/ ile birlikte yazılıp, GAL-u şeklinde yazıya geçirilmişti. Bisutun yazıtında ise matum "ülke", yine Sümerce KUR ile yazılmış, bunun çoğul hali KUR.KUR şeklinde tekrarlanmışken, bir de Sümerce çoğul eki MES eklenmişti. Bütün bunların  bir anda farkına varılması hemen hemen olanaksızdı.
       Çözümün böylesine tıkandığı bir noktada, ilk olarak 1845'te Isidor Löwenstein, dikkatleri bu dilin Semitik olabileceği noktasına çekti. Ama bu yazıda, bilinen diğer Semitik diller Arapça ve ibranca'da olduğu gibi, vokallerin önem taşımadığı bir sistem olduğunu öne sürerek, sadece bir /r/ harfi için 7 değişik işaret saptaması, onu yanlış bir yola soktu. Onun varsayımındaki  bu hatayı fark ederek işaretlerin sessiz harfleri değil, sesli ve sessiz harflerin bir arada yazıldığı heceleri yansıttığını saptayan, Hincks oldu ve 1850 yılında bu görüşünü açıkladı. Hincks, /ab, da/ gibi basit hecelerin yanı sıra, /mur, kan/ gibi karmaşık  hecelerin de var olduğunu, bunların yeri geldiğinde /mu-ur/ veya /ka-an/ şeklinde de yazılabileceklerini, daha önemlisi bazı işaretlerin bir hece değerine karşılık gelmelerinin yanı sıra, tek başlarına bir kelime yerini tuttuklarını ve işlevindeki geniş alanı keşfettiği belirtici olarak kullanılabileceklerini de kanıtladı.
       Önemli bir başka keşfin sahibi de Korsabad'da Sargon'a ait sarayın kazısını yürüten, Botta oldu. Botta, elindeki sayısız malzemeyi kullanarak, bir metnin içinde aynı kelimenin, hem tek bir işaretle ideogram, hem de açık şekliyle hece işaretleriyle yazılabileceğini gösterdi. Onun bu buluşuyla, nihayet ideogram kelimelerin gerçek okunuşlarını saptamak mümkün olabildi.


       Çözüme son bir önemli katkı, yine Rawlinson'dan geldi. O da fark edilmesi hiç te kolay olmayan, bir hecenin birden fazla hece değerine sahip olabileceği idi. Bir araya getirdiği bütün bu ipuçlarıyla, Bisutun'un Babilce kısmında da 1851 yılında yayınladı. Yazıtta saptadığı işaret değerlerinin çoğu bugün de geçerlidir ve kullandığımız işaret listelerinin temelini teşkil ederler.

       Babil ve Asurlular'ın dillerinde sayısız belge, özellikle sözlük listeleri bırakmış olmaları, giderek çivi yazısının daha iyi tanınmasını sağladı. Yazılım kuralları adını verdiğimiz, işaretlerin farklı dönemlerde geçirdikleri değişimleri inceleyen bilim dalının ilk çalışmalarını başlatan da, yine Hincks oldu.

       Konuya uzak kalan bilim adamları ise, çağdaş yazı sistemlerinde bulunmayan, çok değerlilik ve ideogram kullanımları şüphe ile karşılıyor ve bu yeni bilim dalına pek güvenmiyorlardı. Bunun üzerine Londra'daki Royal Asiatic Society, çözüm sisteminin geçerliliğinin kanıtlanabilmesi için, Asur'da bulunmuş, Asur kralı I. Tiglat-pileser'e ait, döneminin hareket ve olayları hakkında bilgi veren, 793 satırdan oluşan sekiz yüzlü kil prizmayı kullanmaya karar verdi.  Bu sırada Rawlinson, Hincks'in yanı sıra, yine iki uzman olan Oppert ve Talbot ta kazara Londra'da bulunuyorlardı. Bu uzmanların her birine metnin birer kopyası verildi ve özellikle birbirleriyle ilişki kurmamaları rica edilip, çözümlerini kapalı zarflar içinde teslim etmeleri istendi. Yapılan karşılaştırmalar sonucunda dört çözüm de önemli oranda birbiriyle tutarlılık gösterince, çivi yazısı çözüm sistemini bilimsel olarak yayınlayabilmek için hiç bir engel kalmadı.

SUMERCE


Sümerce dünya dilleri arasında bugün için antik veya modern hiç bir dille kesin bir bağlantısı/akrabalığı bulunamamış ender dillerden birisi olup,  yalnızca Türkçe ve Ural-Altay dilleriyle ilişkilendirilebilen ölü bir dildir. Mezopotamya’da Önasya uygarlığının  en önemli öncülerinden sayılan Sümerlerin konuştuğu ve yazdığı bu dil, aradan geçen zaman içerisinde çeşitli araştırmalara neden olmuştur. Tartışmaların odak noktası olan pek çok sorun vardır elbette, ama bunlardan en önemlisi Sümerlerin ve Sümercenin kaynağı konusudur. 1800’lü yıllardan günümüze kadar bu konuda birçok çalışma yapılmış, akrabalıklar kurulmuş, kuramlar öne sürülmüş, fakat hiçbiri ilim aleminde  yeteri kadar kabul görmemiştir. Bize göre bu kuramlardan en çok ilgi ve destek göreni, Sümerce ile Altay dillerinden bir olan Türkçe  arasında akrabalıktır. Öyle zannediyorum ki Mustafa Kemal ATATÜRK, o tarihlerde bile, Sumerler ile Türkler arasında bir benzerlik/bağlantı olduğunu görmüş ve bu uygarlığın, özellikle bu kapsamda incelenmesini istemiştir. Bu amaçla da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Sümeroloji ve Hititoloji gibi bilim dallarının kurulmasını sağlamış, Bu nedenle Benno Lansberger’i bölümün başkanlığına getirmiştir.

Sümeroloji Anabilim Dalı da, 1936 yılında onun başkanlığında öğretime başlamıştır. 24 Şubat 2002 tarihinde, bir bildiri sunmak için Antalya’ya davet edilen Bölümün ilk öğrencilerinden Muazzez İ. Çığ’dan edindiğimiz bilgilere göre, bu dönemde, bir başka deyimle B.Landsberger zamanında öğrencilere hiçbir şekilde Sümerce öğretilmemiş, Kültepe tabletleri nedeniyle daha çok Akadça ve Eski Asurca üzerinde durulmuştur. Bu da çok doğaldır.  Buna karşılık Sümeroloji alanında bugüne kadar çeşitli yerlerde değişik çalışmalar yapılmıştır. Bu nedenle I.M.Diakonoff’un dediği gibi, ne kadar Sümerolog varsa, o kadar da Sümerce bulunmaktadır. Bir başka deyimle, belli başlı bazı dil bilgisi sorunlarına yönelik bir çok değişik kuram karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz burada, bütün bu ilgili çalışmaların dökümünü yapmak ve söz konusu bu kuramları dile getirmek olanaksızdır.

Yeryüzünde yaşayan insanların arasındaki anlaşmayı sağlayan dillerin kendilerine özgü birtakım yasaları bulunmakta ve diller ancak bu yasalar nedeniyle korunup gelişebilen birer varlık durumundadırlar. İnsanlar, kendi  aralarındaki her türlü  duygularını, düşüncelerini ve yargılarını birbirilerine iletebilmek için dil denilen araca her zaman başvurmuşlardır. Bütün bunların yanında diller, insanların bir nedenle kullandığı herhangi bir varlığa benzememektedirler. Onların araç oluşu, yalnız iki insan arasındaki anlayışı sağlaması yönündedir. Bireyler ve topluluklar arasında bu tür bir anlaşma aracı olarak görev yapan diller, bağımsız ve kendilerine özgü birtakım temel özelliklere de sahipdirler. Bu nedenle insanlar onlara istedikleri gibi egemen olamamakta, özel yapıları içerisinde onları olduğu gibi kabul edip, günlük yaşamda kullanırken, bu özelliklerine de uymak zorundadırlar. Bu nedenle her dilin tarihinde çeşitli dönemler ve gelişme  evreleri  göze çarpmaktadır. Fakat bütün bu değişiklikler  bilinen dil kuralları  içerisin oluşmakta ve  dillere yeni kelimeler kazandırmak için  dışarıdan  yapılacak zorlamaların  da  her  zaman  bu kurallar içerisinde olması  gerekmektedir. Kendi  yasaları  dışındaki zorlamaları diller  hiçbir  zaman  benimsememişlerdir.    

Her toplumun kendisine göre gizli bir anlaşma yöntemi bulunduğuna göre, yeryüzündeki topluluklar kadar da dil var demektir. Her toplumun dili, Sümer/Sümerce, Arap/Arapça, Japon/Japonca, Alman/Almanca ve Türk/Türkçe  örneklerinde olduğu gibi,  kendi adıyla ilgili bir kelimeyle adlandırılmaktadır. Sümerce ve bu dili kullanan halkı Sümerler olarak adlandıran ilk kişi 1869’da Fransız arkeolog Jules Oppert olmuştur. 17 ocak 1869’da  Arkeoloji Derneği’nin tarih bölümünde bir konferans vererek, bu halkın Sümerler ve dilinin de Sümerce olarak adlandırılması gerektiğini bildirmiştir. Nedeni, Akadlar Mezopotamya’ya geldikleri zaman Sümer kültürünü benimsemişler ve buna paralel olarak kendi dilleri olan Akadca’yı yazmak için çivi yazısından yararlanmışlardır. Bu nedenledir ki,  Sümer kelimesi, Akadlar’ın yazılı belgelerde kullanmış oldukları  “māt  šumerim - Sümer ülkesi” ifedesinden almıştır. Sümer kelimesinin okunup anlaşılmasında olduğu gibi, ses değerlerinin saptanmasında da Akadça’dan yararlanılmış, Sümercedeki hecelerin ses değerleri hakkında kesin bilgilerimiz olmadığı için, Akadca’daki ses değerleri, Sümercede de aynen kabul edilmiştir.

 

Akadca
ka-ab-tum
ağır
Sümerce
ka
ağız
 
a-bu-um       
baba
 
a
su
 
e-pe-šum      
yapmak
 
e
konuşmak
 
du-ul-lum      
iş, görev
 
du
gitmek

 

              Sumerce’nin ve Akadça gibi dillerin yazıldığı çivi yazısında toplam 598 işaret bulunmaktadır. Çivi yazısının dikkat edilmesi gereken özelliklerinden birisi ve belki en önemlisi, aşağıdaki örneklerde görüldüğü gibi, “çok seslilik” denilen, bir işaretin, değişik bir kaç sesi karşılamış olmasıdır.

 

DU
du
Akadca
alākum
gitmek
 
ĝen
 
alākum
gitmek
 
tum2
 
wabālum
taşımak
 
de6
 
wabālum
taşımak
KA
ka
Akadca
pûm
ağız
 
kir
 
appum
burun
 
inim
 
awātum
söz
 
zu
 
šinnum
diş
 
gu3
 
šašûm
bağırmak
 
du11(-g)                     
 
qabûm
konuşmak
KU
tukul
Akadca
kakkum
silah
 
du5
 
katāmum
örtmek
 
tuš
 
wašābum
oturmak
 
durun
 
wašābum
oturmak
 
-eš                             
 
dub-ta e-te-zi-eš2
 
 
še3
 
lu2-1-še3
bir adam için

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Çivi yazısının “çok seslilik” adını verdiğimiz bu niteliğinin yanında, başka bir özelliğini oluşturan ve Sümercede birçok kelimenin ve çivi yazısındaki birçok işaretin aynı sesi vermesi olan “eş seslilik” sorunundan da burada söz etmek yerinde olacaktır.46 Çivi yazısından yapılan çevirilerde, aynı sesi veren bu kelimelerin birbirilerinden ayrılması, ancak belirli işaret ve rakamlarla sağlanmaktadır.

 

Sümerce
du
Akadca
alākum
Türkçe
gitmek
 
du3
 
epēšum
 
yapmak
 
du6
 
tillum
 
tepe
 
du7
 
rakāsum
 
bağlamak
 
du8
 
patārum
 
çözmek
 
du10(-g)
 
æâbum
 
iyi, güzel
 
du11(-g)
 
qabûm
 
konuşmak
 
du12
 
aåāzum
 
evlenmek

 

 Birbirlerinden ayrı ve bağımsız olmalarına karşın, bugün için yeryüzünde konuşulan bu diller kendi aralarında birtakım yakınlık ve benzerliklere de sahiptirler. Diller arasında bulunduğunu söylediğimiz bu ayrılık ve benzerlikler, kimi zaman, ancak dilcilerin anlayabileceği kadar kapalı, bazen de, dilci bile olmayanların görebileceği kadar açıktır. Yeryüzündeki diller arasında bulunduğunu söylediğimiz bu yakınlık ve benzerlikleri şu iki ana bölümde toplamak mümkündür.             

            1.  Köken yönünden,

2.  Yapı bakımından.

Diller arasındaki yapısal benzerlik konulu bilimsel çalışmalar XIX.yüzyılda hızlanmış, dillerin türeyişlerini inceleyen bilginler, diller arasında yapı bakımından bir çeşit yakınlıklar ve benzerlikler bulunduğunu anlamaya başladıktan sonra, ana kaynakları araştırmaya ve dillerin birbirileriyle olan yakınlık derecelerini bulmaya çalışmışlardır. Dünya dillerinin yapılarını inceleyecek olursak, genel dil sınıflamasında onları şu üç öbekte toplamak mümkündür.

 

a) Tek Heceli Diller

b) Bitişken Diller

c) Bükülgen Diller

 

Sümerce, Mezopotamya’nın kültürünü yaratan ve çivi yazısını ilk defa kullanan kavmin dilidir. Çivi yazısının gerektiği şekilde  doğru olarak okunmasıyla birlikte, Akadçanın çözümlenmesinden ve anlaşılmasından sonra, yavaş yavaş tanınmaya başlanan Sümercenin bugün için bile birtakım  dil bilgisi kurallarının, ilmi ve edebi birçok belgelerin tam anlamıyla çözüldüğünü ve anlaşıldığını kesin olarak söylemek mümkün değildir.  Kesin olarak diyebiliriz ki,  Sümercenin çözümlenmesinde, doğal olarak çivi yazısının ve Akadça’nın başlangıcında olduğu gibi, sürekli olarak birtakım zorluklarla karşılaşılmamıştır. Böyle olmakla beraber, Sümerce ve Akadça olmak üzere iki dilli yazılmış metinlerde, Sümerce satırların anlaşılmaması nedeniyle, bu satırların ya bir özelliği olduğu, ya da Akadça’nın gizli ve anlaşılmaz bir başka yazılışı bulunduğu kabul edilmiş ve bu konudaki tartışmalar uzun süre devam etmiştir.  Çivi yazısının XX. yüzyılın başlarından sonra çözülmesine ve Akadca üzerindeki çalışmalar oldukça çok ileri götürülmüş olmasının yanında, Sümercenin anlaşılması uzun bir süre daha gecikmiştir. 19. yüzyılın sonlarında, iki dilli metinlerle ilgili olarak, gizli dil denilen satırların Sümerce olduğu anlaşılmasına karşılık, daha bu tarihlerde Sümerceye bütünüyle ve bugünkü ölçüler içerisinde egemen olma durumu elde edilememiştir. Ancak  F.Th.-Dangin’in 1907 yılında yayınladığı  “Sümerce ve Akadca Kral Kitabeleri” adlı eseriyle, Sümercenin okunup anlaşılması yolunda ilk olumlu ve önemli adım atılmıştır.

      Yapısı bakımından Sümercenin eski ve yeni dillerden hangisi ile akraba olduğu, ilk defa, Sümercenin çözümünün başlangıç yıllarında F. Hommel tarafından dile getirilmiş ve bu dilin Türkçe ile yakınlığı ileri sürülmüş, /diĝir-tanrı/ gibi kelimelerin üzerinde durulmuş, cümle yapısı bakımından karşılaştırmaların yapılabileceği kabul edilmiştir. Bu saptamaların yanında, konu ile ilgili olarak, bugüne kadar çeşitli yerlerde farklı görüşler de ileri sürülmüş ve Sümercenin akraba olabileceği diller büyüteç altına alınmıştır. Köken yönünden Önasya dillerinden biri olan Sümerce,  yapısal bakımdan da Türkçe, Macarca ve Japonca gibi bitişken bir dildir. Bu özelliğinden dolayı ön-, iç- ve soneklerin yardımıyla isim ve yüklem çekimleri yapılabilmektedir. Bu eklerin yerleri hiçbir zaman değişmediği gibi, başka bir anlama da sahip değildirler.

Şimdiye dek çivi yazısının Sümer'de doğup, Önasya dünyasında işlerlik kazanarak, Pers dünyasına kadar yayıldığından söz edilmiştir. Çivi yazısı ve bu sistemle yazılan dillerin çözüm hikâyesi ise, tam ters noktada başlamış, yani bilmeceye ilk ışık tutan Eski Persçe yazıtlar olmuştur.