4 Aralık 2012 Salı

SUMERCE - 3


XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX. yüzyılın başlarında yapılan araştırmalar, Assiroloji'yi değerli bir filolojik bilim dalı haline getirdi. Mezopotamya'nın yanı sıra, Anadolu'da da başlatılan kazı çalışmaları, yine bu yazı sistemi ile yazılmış, ancak farklı diller içeren binlerce tableti gün ışığına çıkardı. Ancak Babil ve Asur, daha doğrusu Akad çivi yazısının kanıtlanmasından sonraki evreler için, açıklamak veya çözmek deyimlerini kullanmak pek doğru olmaz. Çünkü bir yazı sisteminin okunabilmesi ile içerdiği dilin anlaşılabilmesi arasında çok büyük bir fark vardır. Bunu hiç yabancı dil bilmeyen bir Türk araştırmacının Çince ve ingilizce karşısındaki konumuna benzetebiliriz. Yazı sistemi hakkında hiçbir şey bilmediği Çince karşısında çaresiz kalırken, dilini anlamasa da, Latin alfabesi ile yazılmış olduğu için, ingilizce'yi en azından okuma şansına sahip olacaktır. Bu noktada uzmanlar ve bilim adamları artık iki önemli anahtarın kendilerine yardımcı olmasını beklediler. Çift, üç veya daha çok dilde yazılmış tabletlerin bulunması ve okunabilen dilin yaşayan başka dillerle olan akrabalık ilişkilerinin ortaya çıkarılması.


      Nitekim Babilliler tarafından, rahip okullarında, benzetme yerindeyse, Ortaçağ Latincesi gibi öğretilen Sümerce'nin, daha o dönemde ölmüş olmasına rağmen, sayısız dini, mitolojik ve edebi metinlerde Babilce çevirileri ile kopya edilmesi ve sözlük listeleri ile gramere ait özelliklerinin de kaydedilmiş olması, dilin anlaşılmasında kolaylık sağladı. Son yıllarda sayıları artan çift dilli metinlerle hakkında giderek daha fazla bilgi sahibi olduğumuz

Bu sırada Almanya’nın Göttingen şehrinde bir lise öğretmeni olan G.F. Grotefend de bu yazıların gizemini çözmeğe çalışıyor ve bu konudaki yazılanları yakından takip ediyordu. Nihayet 04 Eylül 1802 de o Göttingen İlimler akademisinde  ilk çözüm denemesini sundu. Grotefend'in çözümünde de tarih bilgisi esas  olmakla beraber, hareket noktası şu olmuştu: Önce  I. kitabenin yazarı ile II. kitabenin yazarının babasının aynı işaretleri,  yani aynı isimleri taşıdıklarını tespit etti, sonra I. kitabenin yazarının  babasına kıral denilmediği halde, II. kitabenin yazarının babasına "Kıral" denildiğini gördü. Bunu Herodot’un   Pers tarihi hakkında anlattığı Hystaspes oğlu Darios'un tahta çıkışı olayı ile birleştirerek I. kitabenin Hystaspes  oğlu Darios’a, II. kitabenin ise Kıral Darius’un oğlu Xerxese ait olduğunu, doğru olarak değerlendirdi ve II. kitabeyi: "Xerxes, Büyük Kıral, Kırallar kiralı, Ahamenit kiralı Dareios oğlu Xerxes" şeklinde tercüme etti. Böylece Bisütun abidesindeki I. kitabenin de eski Pers dilile ve 39 çivi işaretinden oluşturulduğu bir çivi yazı alfabesiyle yazıldığı anlamış oluyordu. Almanya’da çivi yazısının çözülmesi hususunda bu çalışmalar yapıldığı sıralarda, Ingiltere’nin Irak’daki elçilik memurlarından Henry Wilson da Bisütun kitabelerini eski sanskritçe’nin yardımıyle okumaya çalışıyordu. Eski persçe metnin çivi yazılı bir alfabe ile yazıldığına ve eski Pers dilinin Awesta diline akrabalığına o da inanmıştı. Bu suretle 1846 yılında  Henry Wilson da eski Persce metni/I. kitabeyi Grotefend'den ayrıntılarda ayrı, esasta aynı olarak tercüme etti ve çözülen kitabenin yardımı ile II. kitabeyi de okumaya çalıştı. Elam dilinde yazılmış olan II. Kitabedeki çivi yazısının hece işaretlerde yazıldığı ve tek dikey çivi işaretinin şahıs adlarını gösteren bir belirtici olduğu anladı.

 

   Söz konusu Bisütun kitabelerinin çözülmeye çalışıldığı XIX.  Yüzyılın  ilk yarısında, eski medeniyet merkezlerinde antik eserler toplama gayretleri de en etkin evreye girmiş bulunuyordu. Fransa’nın Bağdat Konsolosu Botta, (1843) Asur imparatoru II. Sargonun, kendi adını taşıyan Dur-Šarruken sarayının Korsabad'daki harabelerini keşfettiği gibi, İngiliz araştırıcısı Henry Layard da, Asur devletinin idare merkezlerinden biri olan Ninive’nin Koyuncuk harabeleri olduğunu tespit etmişti. Bu eski metropollerden toplanan binlerce eserler, anıtlar, heykeller ve çivi yazılı tabletler gemilerle Avrupa başkentlerine taşınmaya başlamıştı. Toplanan bu eserlerden bazılarının üzerindeki çivi  yazılarının ve özellikle tabletlerin yazılarının Bisütun abidesindeki III. Kitabenin yazısı ile, yani Babilce dediğimiz akkadça’nın bir lehçesiyle yazılı olduğu gerçekten görülmüştü. Bunun üzerine Batılı bilim adamları bütün gayretlerini Bisütun  anıtmdaki bu III. dilin ve yazının çözülmesi üzerinde yoğunlaştırmışlardı. Daha önce çözülmüş bulunan I. ve II. kitabelerdeki çivi işaretlerini anahtar olarak kullandılar.  Ne var ki, çivi yazılı belgelerden yararlanabilmek için daha yarım asır beklemek gerekecekti. Çivi yazısının çözülme tarihindeki bu karışıldık devri, Londrada bir "Asya Cemiyeti"nin kurulmasına kadar devam etmiştir. Nihayet 1857 yılında  yeni bulunan bir Asur tableti bu cemiyet tarafından mühürlü zarfler içinde çözülmek ricasıyle, birbirlerinden habersiz olarak Rawlinson, Talbot, Hinks ve Oppert isimli ilk çivi yazı bilginlerine gönderildi. Elde edilen zarflar bir komisyon huzurunda açıldığı zaman, Akadça’nın da çözüldüğü görüldü: Zira dört yanıt da  esas noktalarda birbirine uyuyordu. Böylece Asur kiralı Tiglatpileserin bir kitabesi 1857 senesinde bu defa Londra’da İngilizce olarak neşredilmişti.  Bunun üzerine Çivi yazı araştırmalar üzerinde de çok yönlü çalışmalar başlamış oluyordu. Bu nedenle Avrupa üniversitelerinde bir İlim Dalı olarak çivi yazısıyla uğraşan kürsüler kuruldu, enstitüler açıldı. Metinler taranıyor, baş döndürücü bir neşriyat yapılıyordu. Bu sayede Akadça da büyük ilerlemeler yapıldı, bu dilin grameri yazıldı. Ninive’deki Asurbanipal’in kütüphanesinde Asurlu kâtiplerin eski Sümerce metinleri anlayabilmeleri için yazılmış "sözlük" metinleri de bulunmuştu. Bu metinlerde Sümerce isimlerin karşısına Akadça okunuşları yazılmıştı. Bu buluntular  nedeniyle de  Sümerce metinlerini anlamak çok daha kolay olmuştu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder